Öğrencimiz Merve Su Ok, yazdığı öyküyle 14. Hişt Hişt Genç Sait Faik Öykü Yarışması’nda dereceye girerek büyük bir başarı elde etti.
Darüşşafaka Eğitim Kurumlarının değerli yazar Sait Faik Abasıyanık’ın anısını yaşatmak için her yıl ülke genelinde düzenlediği ve bu yıl on dördüncüsü gerçekleştirilen “Hişt Hişt Genç Sait Faik Öykü Yarışması”nın sonuçları açıklandı. Toplamda ülke genelinden ve Azerbaycan’dan 506 öykünün yarıştığı yarışmada 10. sınıf öğrencilerimizden Merve Su Ok’un yazdığı ‘’Tablodaki Adam ve Diğeri’’ adlı öykü, ülke genelinde ilk 25 öykü arasına girdi ve her yıl yarışma adına basılan ve en başarılı 25 öyküyü kapsayan kitapta yer almaya hak kazandı. Böylesine önemli ve değerli bir yarışmada büyük bir başarı elde eden öğrencimizi kutluyor, kendisine bundan sonraki yazın hayatında başarılar diliyoruz.
DERECE ALAN ÖYKÜ:
Tablodaki Adam ve “Diğeri”
Sesler.
Her yerdeler.
Bağırışlar ve çığlıklar.
Tırmalanan kulaklarım ve beynim.
Benliğim yeter diye haykırırken nafile çabam yine sonuç bulmuyor.
Nöbet geliyor.
Doğrulmaya çalışıyorum, kalkmak istiyorum bu kanepeden, kaçmak gitmek; bu evden, bu şehirden, bu ülkeden ve en çok da bu bedenden.
Vücudum mıhlanmış, ne kadar denesem de düşüp duruyorum.
Bir el.
İnce ve siyah.
Salonumun kapısının ardından bir el uzanıyor, batmakta olan güneş ölüşüme göz yumuyor.
Elin sahibi yavaşça yüzünü gösteriyor.
Sanki Picasso tablolarından fırlamış bir adam.
Gözleri yeşil ve mor.
Elleri, kolları, bacakları hepsi incecik siyah bir çubuk.
Yamuk yumuk olan bu yüz her gece kâbuslarımda ve bazense günlük yaşamımda beni ziyarete geliyor.
Ayaklarının altından çıkan bangır bangır seslerle bana yaklaşıyor.
Korkmuyorum. Korkuyorum.
Gözlerim doluyor.
Çabala, çabala.
Sonunda kırıyorum vücuduma bağlanmış zincirleri, kalkıyorum yerimden.
Koşuyorum.
Mutfağa doğru.
Tablodaki adamı itiyorum yere.
Koşuyorum.
Kapı.
Kapatmalıyım.
Kendimi hapsetmeliyim mutfağa.
O anda onu görüyorum.
“Diğeri”.
En kötü kâbusum.
Onu tanımlamak istemiyorum.
O bana geçmişten kalan bir anı.
Anıdaki bir canavar.
Tablodaki adam gibi garip bir şekle sahip değil.
Ama çok daha korkunç.
Kırmızı gözleri üzerimde.
Yüzünde şeytani bir sırıtış.
Bu kötü, çok kötü.
Geriye adımlıyorum.
Kırmızı gözler arkamda bir noktaya bakıyor.
Tablodaki adam.
İki kâbusum aynı anda hapsederken beni korkunun soğuk ellerine, hatıralardan temizlenmiş beyaz örtünün içinde, en başa dönmeyi ve başımda uçuşan kara kuzgunlarla saadet içinde yatmayı düşlüyorum.
Kırmızı gözler ilk defa böyle hırslı, korkunç, şeytani bir bakışta.
Tablodaki adamın yamuk ağzında dilimi kurutan bir gülümseme.
Kaçacak yer yok.
Mutfaktayım, hapisim bıçakların arasında.
Bıçaklar.
En büyük yardımcılarım olacaklar şimdi.
Beni bu kâbustan uyandıracak şeyler.
En keskin bıçağımı buluyorum.
Alıyorum elime.
Ne yapmalıyım?
Pes mi etmeli yoksa sonuna kadar gitmeli mi?
Kararsızlık beynimi ikiye bölerken, o iki parçayı bu canavarlar ele geçiriyor.
Şans yok.
Başka yol yok.
Artık sonuna kadar gitmeli.
Yoksa kurtuluş yok.
İlk hamlem bıçağı onlara doğru sallamak oluyor.
Hiçbir tepki yok.
Bana yaklaşmaya devam.
Sonra asıl yapmam gerekeni yapıyorum.
Boğazımdayken bıçak, elveda dercesine göz atıyorum etrafa.
Pencereme bakıyorum.
Güneş son demlerini gösteriyor buraya.
Daha fazla dayanamıyorum, isteğim gerçekleşiyor.
Boğazıma ufak bir kesik.
Yere düşüyorum.
Tekrar bakıyorum onlara ve mutfağıma.
Bulanıklaşıyor yavaş yavaş.
Bir anda kayboluyor kâbuslarım.
Artık tek başımayım.
Gözlerim kapanırken tek ve en değerli manzaram, kayıp giden güneş hayatımdan.
Ve böylece, tekrardan.
Ölüyorum…